Herkes Biraz Kusursuzdur
‘‘benden kemter yoğa benzer’’
Hepimiz ölümlüyüz ve bu dünyadan göçüp gittiğimizde iyi şeylerle hatırlanmak isteriz. Aslında sadece hatırlanmak isteriz de diyebiliriz. Öyle ya da böyle bir hayat yaşamış, var olma çabası göstermiş, yenmiş, yenilmiş ve sonuç olarak kendi dünyamızı kendimiz kuramadan, gözümüz arkada terk-i diyar eylemişizdir. Çok klişedir (!) fakat: Bir şeyler hep yarım kalmıştır. Üst perdeden bir örnekle; en mutlu anlarımızda bile bu halin sürekli olmadığını bildiğimiz için kalbimizin orta yerine siyah bir nokta bağdaş kurar. O habis leke kemirir de kemirir en saf ve biricik ve pek engin gönülcağızımızı. Halbuki biz hep iyilikle hatırla-n-mak isteriz. Ne iyilikle ne de kötülükle hatırlanmayacağımızı, hemencecik unutulacağımızı gerçekte yine en iyi biz bilerek.
Bu unutulmayı kabullenmeme arzusu o kadar şiddetliydi ki; iyi mi ederdim kötü mü bilmem ama çok yakın akraba olmadığı yahut mecbur kalmadığım müddetçe cenazelere katılamaz, gidersem benim içimde de ölürler diye düşünür, cenazesine katılmadıklarımın da ölmediğine inanmak isterdim. Ta ki katıldığım bir törende ‘‘Ey Yoldan Geçenler Yakında Görüşürüz’’ yazan virane mezar taşını okuyuncaya kadar. O omuz verdiğim buzdan daha buz tabut… Toprakla doldurduğum ondan daha soğuk kürek elimde; kalbimdeki gök mavi lekenin rengi karaya çalıyor, yabancı bir ses sinsice kulağımı çınlatıyor:
Herkes biraz kusursuzdur! Komşunun arabası seninkinden daha güzel olabilir, dert etme, sende de onda olmayan meziyetler var. O yaşlı sen gençsin, o çirkin sen güzelsin… Falanca arkadaşın çok başarılı ama fakir sen ise zenginsin. Ahmet’in işi senden daha iyi olabilir fakat eşiyle kavgalı halbuki sen öyle misin? Durur muyum? Hemen devamını getiriyorum; Mehmet’in evi var, olsun benim de itibarım ondan daha yüksek. Ali benden daha yakışıklı olsa ne olur benim dişlerim onunkinden daha beyaz… Sonra hepimiz el ele veriyoruz ve daha yüksek sesle tekrarlıyoruz: O şöyleyse ben de böyleyim diye, hem de avazımız çıktığı kadar, gırtlağımız patlayana kadar! Tek gayemiz var altta kalmamak…
Çok sonraları anlıyorum bu madrabazca kendimizi temize çıkarmanın boş iş olduğunu, zira karşımdaki de tam böyle düşünüyor, onda şu üstünlük var ama ben de şöyle şöyleyim canım.
Açmazlarda yolumu kaybetmiş, ne yapacağımı bilmez dolanırken bu sefer tanıdık bir ses tüm merhamet ve içtenliğiyle gizlice fısıldıyor: Ey dost! Anlattığın her şey ve herkes kusurludur. Tüm bu keşmekeşten çıkışın tek yolu var, o da mânâdır. Aradığını bulacağın şey sadece anlamdır! Muradın yalnızca kelamdır. Çünkü O, ilk önce ‘‘Ol’’ diyerek sözü var etti…
O gün bugündür kendi çapımızca Söz’ün peşinden koşmaya gayret ederiz, ne mi yapıyoruz mesela? Dedim ya kendi çapımızca diye…
Birkaç dostla arada bir Pazar sabah erken saatlerde, mânâ hakkında konuşmak üzere Üsküdar Büyük Selimiye Camii’nde mütevazı bir kahvaltı yapıyoruz. Niçin mi orası? Çünkü Caminin bahçesinde mermer güzeli bir bank, hemen yanı başında muhteşem bir süs havuzu, az ilerisinde kadim bir kütüphane ve hayret verici işçilikli yüzlerce yıllık taşlarıyla manzaraya eşlik eden bir kabristan mevcut. Öldürüp de mezara değil de kalbimize gömdüklerimizi hatırlatan bir mezarlık. (Tabi bu son cümle işin şakası.)
Madem O, önce mânâyı yarattı, biz de sözümüzü Adem Peygamberi oğlu Hâbil’in ölümü üzerine yeryüzünde ilk şiir söyleyen olarak konuşturan şairin dizeleriyle bitirelim.
-Adem (a.s.):
‘‘Dünya tozlandı ve dünyada yaşayan herkes
Toz kaplıdır, yeryüzünün çirkin yüzü
Rengi ve tadı olan her şey değişti
Azaldı yüzlerin güleçliği
Bitmeyen bir düşmana komşu olduk
Ölmüyor ki lanetli, rahat edelim
Ey Hâbil sen öldürüldüğünden beri
Paramparçadır kalbim…’’
-şeytan:
‘‘Cenneti terk et! terk et, cennet sakinlerini
Dar gelmiş olmalı sana Cennetin genişliği
Bolluk içinde yaşıyordun karınla orada
Kalbin nedir bilmezdi, dünya eziyetini…’’
(i): Mehmet Hakkı Suçin Hocamızın çevirisiyle alıntıladığım şiirin Arapça aslına ulaşmak için bkz:
تغيّرت البلاد ومن عليها … فوجه الأرض مغبرّ قبيح
https://islamweb.net/ar/library/index.php?page=bookcontents&ID=100&flag=1&bk_no=44