Geleceği Hatırlamak
“ey görünüş seni hiçbir yerinden anlamıyorum’’
Mücahit Göktaş
mucahitgkts@gmail.com
Üstü başı biraz pejmürde de olsa gönlü pırıl pırıl bir meczup, tiz sesiyle, biraz da bağırarak: “Allah’ı kalbi kırıkların yanında ara!” diye çarşı köşelerinde vaaz verirdi. Uzun konuşmaları arasında hararetle ifade ettiği, her seferinde şevk ve zevkle dinlediğim şu alıntıyı bazı esnaf ve vaazın müdavimleri ezbere bilirdik:
“Mevlânâ öyle diyor: “شرح عشق ار من بگویم بر دوام/صد قیامت بگذرد و آن ناتمام”
“Şerḥu ʿışḳ er men bi-gūyem ber-devām/ sad-ḳıyāmet bi-guzered vu ān nā-temām” diyor.”
“Eğer âşıkın ve aşkın şerhini söylemeye başlasam yüzlerce kıyamet kopar da aşkın şerhi gene de bitmez.” Anlamına gelen bu beyti okuyup şöyle bağlardı: ‘‘Ey aşıklar! aşkın şerhi buysa aşkın kendisinden doğduğu kim bilir nasıldır…’’
Bunları dinleyenler kendi sessizliklerinin arasında kaybolmuşken onu her gördüğümde tesirini üzerimden atamadığım bir film repliği zihnimi işgal ederdi:
“Şu gördüğünüz zat, ermekle ermemek arasında kaldı. Bu, dönem dönem olur. Muharrem Efendi, Allah tarafından dergâhımıza gönderilmiş bir hediyedir. Bu da hepinizin bildiği gibi daha birkaç ay önce bir rüyamda bana müjdelenmişti. Bu zamanda bize gönderdiğin hediyeye bak!”
Gördüğümüz adam arada kalmamış, bizatihi ermişti. Zira kendisiyle bir sohbetimizde şöyle dediğini hatırlıyorum: ‘‘Ben ki yirmi dokuz yaşındayım. Ama binlerce yıldır seni arıyor, hasretini çekiyorum.” Aceleyle şeytan, demiştim; zamanı mühürleyen şeytandır! Usturuplu bir edayla gözlerini kaçırarak hafif iç çekişle şöyle dedi meczup:
“İçimizde şeytan yok…. İçimizde acziyet var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…”
Bizim dergahımız yeryüzü dergahıydı, demek ki bu adam özelde o çarşıya, umumen de aleme gönderilmiş bir hediyeydi. Filmdeki adamın söylediği bir yerde doğru çıkmıyordu yalnız, hepinizin bildiği gibi (!) bu adam birkaç ay önce bir rüyamda bana müjdelenmemişti. Belki de gösterilmişti ama genellikle gördüğüm rüyaları hatırlayamadığım için yine de net konuşmamalıyım.
Zaten hayatı yaşarken bu, budur diyemedim şimdiye kadar. Zira gerçekten onun o şey olduğundan çoğunlukla emin değildim. Ama o, hiçbir ayırıcı tanıma sığmayan mutlak gerçekti. O söze başladığında, sesimi kainata ulaştıracak büyük megafonu alıp bağırmak isterdim fütursuzca ve uyuyanları uyandırmak bahasına: Dinleyin! Konuşan hakikattir!
Derdim kavga çıkarmak olmazdı tabi bu susturma meselesinde. Öğretmenin Susun çocuklar! dediği çağrı bu. Ya da sınıf başkanının -işe yaramayacağını bildiği halde- öğretmen gelinceye kadar konuşanları susturma çabası gibi bir şey. Bağırabilseydim, inanıyorum bu davetim tıpkı o çocuğun çırpınışları gibi beyhude kalacaktı.
Anlam arayışlarımıza dair yaptığımız tüm soruşturmalarda olduğu gibi olayı basitleştirip şöyle sordum:
“Uzun uzun konuşamıyorum, eskisi kadar uzun yolları yürüyemiyorum. Filmleri bitiremiyorum mesela, bir şarkıyı sevdim diye onlarca kere dinleyemiyorum, bana bir şey olmuş. Bana ne olmuş?”
Cevap vermek için yaptığı alıntı bu sefer daha vurucuydu, sohbeti bir daha buluşuncaya dek uzatıcı bir iktibas. Mütebessimdi… “Dostum” dedi:
“Hallac’ı bilirsin, Enel Hakk (Ben Hakk’tan gayrı değilim) demiş, bunu söylemek kolaydır, eneyi (benliği) ortadan kaldırmak zordur…”
İyelik eklerini bir tarafa bırakmış, yıllardır ara ara o çarşıya uğrar köşe başlarında bizim meczubu ararım. Onun için bir kıymeti harbiyesi olmadığını bilsem de onda olması benim için çok değerli hissettirecek hediyem paketinde.
Bazen aç, bazen susuz, çoğu kere ümit var…
شمع بزم افروز را از خویشتن سوزی چه باک
او جمال جمع جوید در زوال خویشتن
Şem-ʿi bezm-efrûz râ ez hîş-ten sûzî çi bâk
Û cemâl-i cemʿ cûyed der zevâl-i hîş-ten
“Meclisi aydınlatan mum, kendini yakmaktan çekinmez.
O topluluğun iyiliği için kendini feda etmekten çekinmez.”